Kimsenin size inanmasını beklemeyin. Anlasınlar yeter.

Orta sondaydım. Okullar kapanmış, tatil başlamıştı. Bu yıl da diğer yıllar gibi yaz tatilini köyde geçirecektim.

Bizim köy şehirden uzak, şehirden sıcak, şehirden tozluydu. Tozunun, sıcağının ve sessizliğinin ne anlama geldiğini bilmesem de büyük bir tutkuyla bağlıydım köye. Belki akşam saatlerinde güneş batmak üzereyken gölgemin boyumu aştığı vakitte kavun tarlasında istediğimi dalından koparıp dedemin hediye ettiği çakıyla kesmek hoşuma gidiyordu.

Ya da teveklerden üzüm koparırken duyduğum yılan ıslıklarının korkusu ve heyecanı bağlamıştı beni köye; kim bilir.

Eşeksırtında gübre kokusunu ciğerlerime çekerken akşam yiyeceğim tereyağlı bulgur pilavı ya da yoğurt çorbasının keyfi de beni sarhoş etmiş olabilir.

Belki de hiç bir günü bir diğerine benzemeyen bir tatil olmasıydı beni köye bağlayan; bilemiyorum.

Hele akşamları damda yatarken dut ağaçlarına tüneyen kuşların cıvıltıları arasında masal dinlemek yok mu, bayılıyordum. Oysa hep aynı kişilerden aynı masalları dinlerdik. Üstelik dakikalarca yalvarırdık anlatmaları için. Yüz kere dinlemiştik hâlbuki. Her dinlemede gözlerimizi kapatır, masalın o büyülü dünyasına dalar, uçan atları ve ateş püsküren canavarları hayal eder, gerçeklermiş gibi korkar, yorganı kafamıza geçirir, böylelikle kaybolduğumuzu, bizi kimsenin bulamayacağını sanır, korkuyla ilk kez duyuyormuşuz gibi uyumaya çalışırdık.

Uyandığımızda altına kaçıranlar olup olmadığına bakar, gün boyu dalga geçecek bir sebep bulmaya çalışırdık.

Bazen de bir türlü sevdiğine kavuşamayan ve uğruna on yıllarca çobanlık yapan bir aşığın hüzünle biten hikâyesini dinlerdik gözlerimiz dolu dolu.

Sevmenin ne demek olduğunu bilmeden ağlamak, mutlu ederdi bizi.

Gözyaşlarımızın bizi mutlu ettiği tek hikâye, aşk hikâyeleriydi.

Ancak anlatmak istediğim bunlar değil; geçen yıl tanıştığım Şükrü dayıyı anlatmak istiyorum size.

Şükrü dayı hiç evlenmemiş; kimi kimsesi olmayan yetmiş yaşında tonton bir amca. Bembeyaz sakalı, kocaman burnu ve bir lira büyüklüğünde memeleri olan kulakları vardı. Elleri kocaman ve yumuşacıktı. Parmakları yusyuvarlaktı. Hafifçe öne doğru bükülerek yürürdü. Kalın ve esmer dudakları sürekli kuru ve kabukluydu. Bıyıkları hep üst dudak hizasındaydı. Burun deliklerinin hizası sigaradan sararmıştı, ama sigara içtiğini hiç görmedim. Ya bırakmıştı ya da kimseye görünmeden içiyordu. Akrabaları ve yakınları yoktu, ama o bütün bir köyü akraba ve dostu olarak kabul etmişti. Köyün çocukları, yaşlıları ve kadınları da onun gibi bir komşusu ya da dostu olduğu için kendilerini dünyanın en şanslı insanları olarak görüyorlardı. Nereden geldiğini ve kim olduğunu bilen yoktu. Kendisi de bilmiyormuş. Belki de biliyordu da gizliyordu. Ben onu çok sevdiğim arkadaşım Rıza sayesinde tanımıştım. Bir akşam Rıza’nın annesi, yaptığı yemeği birlikte götürmemizi istediğinde tanımıştık. Evinde yani… Ev dediysem öyle yerde keçi kılından kilimler, renk renk perdeler, yatak dolu yüklükler, çuvallar dolusu buğday, nohut, mercimek ve küplerle pekmez ve reçelleri olan köy evleri gelmesin aklınıza. Bunların hiçbirinin olmadığı, sade, özensiz bir evdi onunkisi. Hatta hiçbir şeyi yoktu desem daha doğru. İki küçük pencere, bir üzerlik, bir gaz lambası, çıra ve elindeki bastonuyla aynı olan duvarda asılı bir baston dışında hiç bir şeyi yoktu Şükrü dayının. Defalarca önünden geçmeme rağmen dönüp bakmamıştım evine. Terkedilmiş bir ev gibiydi. Ha, yeri gelmişken söyleyeyim; benim hayattaki en büyük korkum, sessiz ve ıssız yerlerdir. Çok korkarım sessizlikten ve ıssız yerlerden. Bugün bile yatarken kulağıma bir ses gelsin isterim. Üniversitede okurken kaldığım yurtta geceleri yatağın içinde radyoyu açar, öyle uyurdum. Sabah uyandığımda radyo hâlâ çalıyor olurdu. Bazen de yere düşmüş olurdu. Ben, gecenin bir vaktinde radyonun düştüğünü çıkardığı gürültüden anlardım, fakat uykunun üzerime çöken ağırlığı yüzünden umursamaz, onu yerden almak için sabahı beklerdim.

Şükrü dayıya birkaç kez daha gitmiştik. Hatta bir keresinde gitmek için ben ısrarcı olmuştum. Onu daha yakından tanımak istiyordum. İlk tanışmamızdan sonra bende bıraktığı izlenim yüzünden merakım artmış, kendimce bir araştırma yapmış, çok gizemli bulmuştum. Mesela sürekli oruç tutarmış Şükrü dayı. Kadınları ve çocukları çok sevdiği halde hiç evlenmemiş, çocuk sahibi olmamış. Ama onlarla konuşmaya bayılırmış. Çağrılan hiçbir eve gitmediği için her gün bir ev ona yemek gönderirmiş. Hiç parası olmamış, tarlası, bağı bahçesi olmamış. Zorla verilen paraları da ya başkasına verirmiş ya da kimsenin bilmediği yerlere saklarmış. Üzerindekiler dışında giysisi yokmuş. Yıkar yıkar, giyermiş. Çok hikâye bilir, çok güzel anlatırmış. Anlattığı hikâyeler günler, hatta bazen haftalarca sürermiş.

Bütün bunların sebeplerini merak ediyor, bir an önce öğrenmek istiyordum. Özellikle okuma yazma bilmediği halde hikâyeleri nasıl öğrendiğini merak ediyordum. Ya da kim öğretmişti? Eğer söylenenler doğruysa, bugüne kadar okulda ve evde annem ve babamdan öğrendiklerimin hepsi yerle bir olacaktı. İnsanların mutlaka bir amacı olmalı ve bu amacı için yaşamalı demişti öğretmenim bir keresinde bütün sınıfa. Şükrü dayınınsa hiçbir amacı yoktu. Ya da hiçbir şeyi olmamasını amaç edinmişti. Ya da bizim bilmediğimiz, ama onun kimseyle paylaşmak istemediği bir amacı vardı. Belki de onu bu kadar gizemli ve sevimli kılan da buydu. İnsanlar onunla ilgili her şeyi merak ettikleri için seviyorlardı. Parası olduğu halde ikinci bir elbise almamış, her gün aç kalarak bütün bir hayatını oruçla geçirmiş ve yardım olsun diye verdikleri parayı ya başkalarına vermiş ya da kimsenin bilmediği yerlerde saklamış.

Tuhaf şeyler değil mi sizce de. Merak etmez misiniz böyle birini. Şahsen insanların merak uyandıran tarafları olduğunu düşünmek bile olağanüstü heyecanlandırır beni.

Affedilecek günahları mı çoktu acaba Şükrü dayının?

Ya da herkesten gizlediği önemli başka sebepleri mi vardı?

Şükrü dayı ile konuştuğumda bu soruların cevaplarını alıp alamacağımı bilmiyordum, ama yine de şansımı denemek istiyordum.

Bir insan nasıl olur da bu kadar kararlı, inatçı ve kendini yenebilirdi?

Evet, kendini yenebilmek müthiş bir şey olmalıydı.

Rıza ile sözleştiğimiz saatte buluşmuş, Şükrü dayının evine gitmiştik. Kapısı açık olduğu için çalmadan girmiştik.

Şükrü dayı, her zamanki gibi bastonunu bacakları arasına almış, başını bastonun yarım dairesine dayamış, düşünüyordu biz içeriye girdiğimizde.

Kapıyı çalmadan girmemiz bile bende merak uyandırmış, tuhafıma gitmişti. Çünkü bana öğretilenler arasında kapı çalmak, izin istemek vardı ve çok önemliydi.

Eliyle karşısındaki keçi kılından yapılmış çulu göstererek oturmamızı istemişti.

Ben, bu çulu daha önce neden görmediğimi geçirmiştim aklımdan. Rıza, çulu açmış, oturmuş, beni de oturmam için yanına çağırmıştı.

Gözlerim Şükrü dayıda idi. Şükrü dayı, sakin ve sessiz duruşuyla bile insana bir şeyler öğretiyordu. Sekiz on yaşlarında bize anlatılan masallardaki gibi sanki konuşursa daha önce hiç duymadığımız ve aklımızın alamayacağı sırlarla dolu sözler edecek, rüyadaymışız gibi heyecanlanacak ve konuşmasının bitmemesi için dua edecektik. Yalnızlığın ve yoksulluğun sadece yokluk ve hüzün olduğunu, acı verdiğini ve hiç kimsenin sevmediğini bilirdim. Oysa Şükrü dayıyı tanıdıktan sonra yalnızlığın ve yoksulluğun başka şeyler de olabileceğini, hatta bazı insanların neden özellikle yoksul ve yalnız kalmak istediklerini düşünmeye başlamıştım. İlk kez öğrendiklerimin dışında şeylerle meşguldüm. İlk kez bana öğretilenlerin dışında bir dünyanın varlığına kafa yoruyordum. İlk kez herkesin bildikleri dışında da bazı şeylerin varlığına inanıyordum. Bilge bir duruş, insan istemese de akıl ve ruhun derinliklerinde yer etmiş ise eğer, bakışlarla bile karşı tarafa kendini hissettirebiliyordu.

Şükrü dayı bunun en canlı örneğiydi. O kadar güzel konuşuyordu ki adeta büyülenmiştim. Ne yaşadığı yoksulluğun hiçbir kıymeti varmış, ne de kimsesiz olmasının. Ne sürekli aç kalmasının bir kıymeti varmış, ne de evin içinde tek başına yaşıyor olmasının. Ne paranın pulun bir değeri varmış, ne de ömrü hayatında yıkayıp yıkayıp giydiği elbiselerin. Sabırla yendiği kibri ve kini nasıl hiç ettiğini anlatmıştı Şükrü dayı. Hiç kimsenin yoksul ve kimsesiz tarafıyla ilgilenmeme sebebini anlatırken, bunun aslında kolay, ama başarmanın herkesin harcı olmadığını söylemişti. Daha önce duyduğum, ama benim için hiçbir anlam ifade etmeyen Şükrü dayının hayatı kitaplar dolusu bilginin kısacık bir özetiydi.

Konuştukça öğrenme isteğim artmış, daha daha konuşmasını istemiştim.

Hayatın bu kadar anlamlı ve değerli şeylerle dolu olduğunu neden bugüne kadar hiç kimse anlatmamış diye tanıdığım herkesi suçlamış, hatta nefret etmiş, Şükrü dayının hiç kimseyi sevmeden sevgiyi nasıl bu kadar değerli kılabildiğine şaşırmıştım. Karısı yoktu. Babası, annesi, kardeşleri, daha da önemlisi çocukları yoktu. Bir insan hiç kimsesi yokken, sevgiyi nasıl tadabilir, kimden öğrenebilirdi? Bir insan birini sevmeden, sevmenin ne demek olduğunu, ne işe yaradığını nasıl anlayabilirdi? Bir insan kendisine kitap okuyan, iyiyi doğruyu anlatan biri olmadan hayatı nasıl öğrenebilirdi?

Şükrü dayı bunların hepsini aklını ve ruhunu dinleyerek, ama kendisini asla kandırmadan ve aldatmadan öğrendiklerini söylerken, ben, şimdiye kadar öğrendiklerimin hepsini bir bir yeniden aklımdan geçirmiş, kendimce, içinden iyileri ve kötüleri ayırt etmeye çalışmış, neden aklımı kullanmadan hep başkalarının öğrettikleri ile kaldığıma üzülmüş, kendimi suçlamış, daha çok düşünmeli, daha çok merak etmeli ve kendime daha çok sorular sormalıyım demiştim. Çünkü Şükrü dayı, sürekli kendine sorular sorarak hayatı anlamaya ve aklını kullanarak kutsal kitapta anlatılanların ne anlama geldiğini öğrenmeye çalıştığını söylemişti. Mesela, bizim evde sürekli duvarda asılı duran bir torbanın içindekinin Kur’an olduğunu ben sormasaydım, asla öğrenemeyecektim.

Okumamızı istediğinde ağlamıştı Şükrü dayı. Yalnızlığın dünyanın en öğretici kalabalık olduğunu söylerken biz de ağlamıştık.

Bu nasıl bir bağlılıktı. Dünyanın en kalabalık yalnızlığını tercih ettiğinde, insanların bunu anlamalarını umursamamış, yalnızlığını paylaştığı kitaplar, hiç kimsenin ona veremeyeceği neşeyi, huzuru ve mutluluğu vermişti.

Oku demişti bana. Öğren demişti.

Şükrü dayı söylemişti bunları. Yalnız ve kimsesiz insan... Okula bile gidip gitmediğini, eğer gitmediyse okumayı nasıl söktüğünü bilmediğim insan… Sırtındakilerden başka giyeceği olmayan insan... Senenin birkaç günü hariç, tümünde oruç tutan insan... Oku demişti... Öğren demişti... Korkma, sor, öğren demişti. Bir gün nasıl olsa yalnızlaşacakmışım. Nasıl olsa yalnız kalacakmışım. Herkes arkasını dönüp gidecekmiş. Ve gittiklerinde bize ait şeylerden bir parça götürmelerini istiyorsak okumalıymışız. Okumadan öğrenemezmişiz. Öğrenemezsek öğretemezmişiz. Öğretmezsek, eksik kalır, eksik olur, eksi yaşar, eksik gidermişiz bu dünyadan. Eksikliklerimizle hatırlanmak istemiyorsak mutlaka okumalıymışız.

Okuduğu kitapların ne olduğunu bilmiyordum, ama kitap ismi vermediğine göre bunun bir önemi yoktu. Çünkü öğrendikleri ve öğrettikleri kitapların isminden önemliydi.

Meğer yalnız değilmiş Şükrü dayı. Dünyanın en kalabalık insanıymış.