Aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen ders alınabilecek bir anı. Yazıma başlık olunan farklı iki kavram sizin de dikkatinizi çekmiş olabilir. Olayları okuyunca tahmin ediyorum sizde uygun bulacaksınız!

2005 yılında, bundan 15 yıl önce yaşadığım bir olay... Türkiye’nin en genç İl müdürlerinden biri olarak atanmıştım. Birçok yöneticide olduğu gibi epeyce heyecanlı idim. Heyecanım, işgal ettiğim makamın hakkını verebilme ve başarılı olma isteğiydi. O tarihte beni üzen sorun, bir eğitime alınmadan atanmamdı. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bu sorun hemen tüm kurumlarda ne yazık ki halen devam ediyor...

Göreve başlar başlamaz hemen herkes bir personeli inanılmaz bir şekilde olumsuz anlatmaktaydı!… Yıllarca ülkemizin birçok şehrine seyahatler yaptım. Neredeyse bütün meslek mensupları ile tanışma fırsatı bulabildim. Unvansal olarak alt kademeden üst kademeye kadar olan insanlar ile konuşma veya gözlemleme imkânım oldu. Genellikle birçok yöneticinin başkalarının anlatımı ile yetinerek kararlar aldığını gördüm ve görmeye devam ediyorum. Bu kararların birçoğunun da isabetsiz olduğuna tanıklık ettim. Sizlerde tanıklık etmişsinizdir. Tek yönlü bilgilenme sonucu verilen kararlar genellikle haksızlığa yol açar. İyimser bir bakış ile mutsuzluğa neden olacağı kaçınılmazdır. Bu kısacık hatırlatmadan sonra yaşanmış hikâyemize geri dönebiliriz.

Kurumun günah keçisi ilan edilen kişiyi doğrusu çok merak etmiştim! Bir hafta sonu ailece mesire alanında pikniğe gitmiştik. Burada ilginç bir olay yaşadım; yaklaşık 14-15 yaşlarında çocuk denebilecek bir gencin yanıma gelerek sigara istemesi beni çok üzmüştü. Önce tanışmak istedim. Adını, okulunu, ailesini sordum. Tanıdık bir cevap verdi. Babasının ismi bana günah keçisi olarak anlatılan kişiydi! Bu gence olumlu birkaç öneride bulundum. Saygılı bir şekilde davrandı ve yanımdan ayrıldı.

Kurumun günah keçisi(!) hakkında beni daha büyük bir merak sardı. Bir insan bu kadar olumsuz olabilir miydi? Kurumun nahoş tüm işlerini niye bir kişi yapsın? Buna iten sebepler neler? Gibi çok sayıda sorular aklımda dolaşmaktaydı. Bu durumu objektif araştırmalı, dosyasına bakmalı ve özellikle kendisi ile görüşmem gerektiğine karar verdim.

Gençle karşılaştığım hafta sonunun hemen sonrasındaki ilk mesai gününde acil bekleyen işlerimi, onay bekleyen evrakları imzaladıktan sonra başladım bu günah keçisini(!) araştırmaya... Dosyasını inceleyince birkaç ceza aldığını gördüm. Ancak ceza alan bir kişi her zaman suçlu olarak görülmezdi, görülmemeliydi… Sekreter hanıma bu günah keçisini(!) davet etmesini söyledim. Bağlı bir kuruluşta olmasına rağmen çabucak geldi. Yeni yönetici olarak kendimi tanıttım. O da kendisini tanıttı ve bana;

-Hayırlı olsun müdürüm! Dedi.

Ancak inanılmaz bir ürkeklik vardı. Rahatlatmaya çalıştıysam da "damgalanmışlık ve günah keçisi" olmayı adeta kabullenmiş, buna zorunlu bırakılmış gibiydi.

-Ne içersiniz? Soruma çok şaşırdı ve kekeleyerek,

-Teşekkür ederim, bir şey almayayım dediyse de iki çay istedim. Birlikte çaylarımızı içerken kendisi, ailesi ve yaşantısı ile ilgili sorular sordum. Sohbet ettikçe sakinleşmeye başladığını görmek beni de mutlu etmişti. Ailesini anlatırken sekiz çocuğu olduğunu söylemesi beni hem şaşırttı hem de düşündürdü. Eşiyle birlikte on kişi.

-Ne kadar maaş alıyorsunuz? Diye sordum.

Bugünkü değeri sanırım yaklaşık üç bin TL. Hesap makinesi aldım ve hesaplamaya başlarken ailede başka çalışan olup olmadığını sordum. Cevap "hayır" olmuştu. Hesap makinesi ile "on kişi" üç bin TL'ye nasıl geçinir diye uğraşıyorum. Günde üç öğün; ekmek, zeytin, peynir, çay, şeker, tüp, bulgur, makarna derken para bitti! Ama daha zorunlu bir sürü malzeme vardı. Et, kıyafet, okul masrafları, elektrik vs. vs. … Olmayan para ile geride kalan bir sürü zorunlu ihtiyaç!

Ahlaklı ve erdemli insanlar yoksulluk nedeniyle elbette ki yanlış işler yapmazlar, yapamazlar. Lakin kimi zaman da “çaresizlik insanı insanlıktan da çıkarabilirdi!”

Yönetici, bu tür özel durumlarla ilgili “bana ne!” diyemez!.. Çünkü idarecilerin formel/yasal sorumlulukları ve informel/resmi olmayan(vicdani) sorumlulukları da vardır. İşyerindeki sorun eve, evdeki sorun da işyerine taşınmak zorunda kalınır. Engel koyma imkânı olabilir mi?

-Çocuklarından reşit olan var mı?

-İki tane.

-O halde güvendiğin çocuğunu yarın yanıma gönderebilir misiniz?

Bu soruma şaşkın bir şekilde baş üstüne müdürüm cevabını verdi. Daha sonra herhangi bir açıklama yapmadan teşekkür ederek uğurladım. Ertesi gün pırlanta gibi ve adeta melek yüzlü bir genç geldi. Tanıştık, sohbet ettik. Teşekkür ederek uğurlarken ciddi bir şaşkınlık vardı.

Bu yaptıklarım, insani olmakla birlikte aynı zamanda işimin/görevimin bir parçası idi. Zira ben işleri her kademedeki çalışan ile başarabilirdim. Çalışan mutlu olmalı ki dağ gibi sorunları birlikte çözebilelim. O yıllarda şirket personeli olarak adlandırılan, günümüzde 4/D'li olarak tanımlanan personel alımı yapıyorduk. Temizlik, çocuk bakıcısı, güvenlik görevlisi, ahçı vb. işleri hizmet alımı ile yapıyorduk. Yasal olarak bizim yetkimizde olmamakla birlikte; alım yapan müteahhide bu genci kimseyi işinden etmeden, "Genel Müdürlükten" talep edeceğim kadrolar gelince değerlendirmesini istedim. Yaklaşık iki ay sonra kadrolar geldi ve günah keçisi(!) olan personelin genç oğlu işbaşı yaptı. "Günah keçisi" ilan edilen personelim teşekkür etmeye geldi. İnanılmaz mutluydu ve buna adeta inanmakta zorlanıyordu. Çünkü sürekli ötekileştirilmiş, yok sayılmış ve damgalanmıştı!.. Yapmadığı suçları dahi kimi zaman üzerine yıktıkları için, hiç tanımadığı bir amirinden herhangi bir torpil olmadan kendisine değer verilmesine anlam vermekte zorlanıyordu! Aslında değerlerimizden uzaklaştıkça olması gerekenlerin garip karşılanması, içinde bulunduğumuz durumun acılarını bize hatırlatıyor olmalı değil midir?

Sorunlarını yerinde görmek ve çözüm üretebilmek için bağlı kuruluşlara ara ara çeşitli denetim ziyaretleri gerçekleştiriyordum. Bir süre sonra bu personelin çalıştığı bağlı kuruluşa ziyarete gittim. Beni görünce koşarak gelip karşıladı ve elimi öpmeye çalıştı. Yaşça benden çok büyüktü. Elbette izin vermedim. İnsanımız “adam yerine konulmayı” ne çok özlemiş diye içimden geçirdim… Bana olan vefasını, çok çalışarak çoktan ödemişti bile...

O sırada;

-Müdürüm, vur de vurayım, öl de öleyim!

-Ne vur ne de öl. İşini iyi yap, ailene bak ve çocuklarını iyi yetiştir yeter. Ayrıca, bir sorunun olursa istediğin zaman yanıma gelebilirsin.

Diyerek ayrıldım. Yöneticiler “açık kapı sistemi” ile çalışmalıdırlar. Devlet memurluğunda bir silsile olsa da ihtiyaç halinde çalışanlar; en üst kademedeki yöneticiye de ulaşabilmelidir. Ancak kimi sekreter veya özel kalem müdürlerinden kapı geçmek mümkün olabilirse! Personelimi arada uzaktan takip ediyor ve sorduruyordum. Onunla ilgili şikâyetler kesilmeye başladı. Ne diyordu büyükler; "Allah kimseyi açlık ile terbiye etmesin" sözü ibretliktir. "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir" diyen son Peygamberin sözünü de kimi zaman unutuveriyorduk. Ne mi oluyor? Nelere yol açmıyor ki?...

Ülkemizde yönetme şekli ve yasal düzenlemeler cezalandırma odaklıdır. Oysa hepimiz çok iyi biliyoruz ki; cezalandırılan kişiden olumlu sonuçlar almak neredeyse imkânsızdır. Hâlbuki ödül sistemini önemli derecede öne çıkarabilsek, daha iyi sonuçlar almak mümkün olabilecektir. Ancak, en büyük engel ise yetişme tarzımız olduğunu da belirtmek gerekir. Kuşkusuz istisnai durumlarda, iletişime ısrarla kapalı olunan durumlarda cezalandırma da ne yazık ki olmak zorundadır. Bu dengeyi oranlayacak olursak, %90-95 ödül, %5-10 ceza şeklinde olmalıdır.

Bu yaşanmış hikâyeyi kıssadan hisse olması amacıyla anlatmak istedim. Çalışanlar yöneticilerine her türlü sorununu anlatabilmelidir. Eldeki imkânlar ile çözüm üretilmeye çalışılmalıdır. İdareciler ise, adil olmalı ve çalışma arkadaşları arasında bir ayrıma asla izin vermemelidir. Siyasi görüş, etnik köken, mezhep, bölgecilik gibi temel insan hakkı ihlali olan nedenlerle ötekileştirme yapmamalıdır. Bu durum ulusal ve uluslar arası sözleşmelerde suçtur. İnsanlık suçudur!

Yöneticiliğim yaklaşık dört yıl sürdü. Tüm kuruluşları modernize ettik. Korunmaya muhtaç çocuklar (KMÇ), yaşlılar, şiddet mağduru kadınlar, engelliler, sokakta çalıştırılan ve suça itilmiş çocuklar ile ilgili çok sayıda projeler gerçekleştirdik. Engellilere “Kışlık Bahçe”, “sera”, “beyaz bayrak” gibi pek çok güzel işler yapmanın onurunu yaşadık. Türkiye’mizin sosyal devlet olma gururlarından biri de “Evde Bakım Hizmeti”dir. Engellilere evde bakım hizmeti aylığı için; ilgili muhtarlıklar, emniyet, jandarma, okul müdürlükleri ve basının desteğiyle herkese ulaşmaya çalıştık. Geleceğe dair muazzam yatırım programları ve projeler yaptık. Yaptıklarımızı anlatmak, bu yazıya sığmayacak uzunlukta olup küçük bir özetle yetineceğiz.

Bunca çalışmaları engellemeye çalışanlar da elbette oldu. Zira ülkemizde güzel işler yapmak, çoğu zaman bedel ister. Sonucunda iftira, dedikodu, asılsız şikâyetler gibi türlü zorluklarda karşımıza en sert şekliyle çıktı… Varsın olsun, “balık bilmezse Halik bilir” diyerek hizmetlerimizi yaptık. Bu hizmetleri; amirim ve özellikle bir hoca gibi beni yetiştiren kıymetli devlet adamı Sn. Halil IŞIK valimin katkı ve destekleriyle yapabildiğimizi söylemesem büyük haksızlık ve vefasızlık olurdu.

Ömrün geçici olduğu dünyada görevler de geçicidir. Yahya Kemal Beyatlı Sessiz Gemi şiirinde dediği gibi: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…” Zamanı gelince milletin emaneti olan görevlerden ayrılmak gerekir. Kendi isteğimle ayrıldım. Zira “mahkeme kadıya mülk değildir!” Görev yapılan, Anadolu’nun küçük bir ilinde gezebilmek; utanılacak bir iş yapılmadığının göstergesidir. Sevgi ve saygı gösterilmesi ise; güzel işler yapıldığının ispatıdır. Alnı açık, başı dik, onca yıla rağmen sevgiyle ve saygıyla gezme mutluluğunu yaşadığım için bahtiyarım. Devlet işleri bayrak yarışı gibidir. Değişim ile devam eder, gider. “Gök kubbede hoş seda” kalmış ise ne mutlu…

İsmail AKGÜN

Mobbing Eğitim Yardım Araştırma Derneği (MEYAD)

Genel Başkanı, Eğitimci, Yazar, Mobbing Bilirkişisi

www.mobbingdernegi.org.tr

[email protected]