Babam Memet Çiçek’i 14 yıl önce kaybettik. 21 Haziran 1937 yılında dünyaya gelen babam, 24 Ocak 2007’de uzun süredir direndiği hastalığa yenik düştü. Şifa bulmak için katlandığı zorlukları anımsadıkça ürperirim. Doktorunun ifadesi ile aynı hastalığa yakalananlardan işte bu nedenle 6-7 sene daha fazla yaşadı. Mekanı Cennet olsun.

Adıyaman Gölbaşı’na bağlı Belören Beldesi’nde dünyaya gelen babam, Akçadağ Öğretmen Okulu’nda eğitimini tamamlamasının ardından atandığı Hakkari’de 2 yıl kaldıktan sonra, sırasıyla Gaziantep Ispatırın (Sarısalkım), İncesu ve Karahüyük köyleri, Balıkesir Manyas Salur Beldesi ve Gönen Doğancı, Mersin Tarsus Hacıbozan Köyü ve Mersin merkezde ilkokul öğretmenliği yaptı.

İlkokul 1., 3., 4. ve 5. sınıflarda öğretmenim olan babam, SINIFIN YA DA OKULUN DEĞİL, KÖYÜN ÖĞRETMENİYDİ. Öğretmen okulunda aldığı eğitim sayesinde köyün iğnecisiydi, pansumancısıydı, tamircisiydi, tesisatçısıydı…

Öğretmen Okulunda verilen eğitimle öğretmenden bekleneni her zaman eksiksiz yerine getirmek için çaba gösterdi. Bunları günümüzde sanırım masal niyetine dahi kimse dinlemez, merak etmez. İncesu Köyü’nde okul bahçesine diktiği ağaçları sulamak ve yaptırdığı beton Türkiye haritasının gölleri ve nehirlerine su vermek amacıyla kuyu kazarken, kardeşim Gaziantep’te hastanede ölümün kıyısında gezmiş.

Balıkesir Gönen Doğancı Köyü’nde verilen süt tozunu öğrenciler içmeyince bir bisküvi fabrikası yöneticileri ile ısrarlı çabaları sonucu görüşüp, süttozu karşılığında aldığı bisküvileri getirirken yüzüne yansıyan mutluluğu ilk günkü gibi anımsarım.

Babam Memet (Nüfus Memuru Mehmet yerine Memet yazmış) Çiçek, “başkasının radyosunun düğmesini açmayın, evin çocuğu, hanımı kırmış olabilir, dokunduğunuzda elinizde alabilir, izah edemezsiniz, mahcup olursunuz” derdi. Zamanla bunun ne kadar önemli telkin olduğunu çok iyi anladım.

Çalışmaya, şimdi çocukluk yaşı olarak gördüğümüz 18 yaşında başladığımda, babamın, “hırsızlık, yolsuzluk, ihanet, suiistimal gibi nedenler dışında hangi nedenle olursa olsun gel evladımsın, ancak bu saydıklarımla suçlanarak işinden çıkarılırsan, suçsuzum demek için dahi gelme” demesini unutabilir miyim?

Babam 14 yıl önce bugün aramızdan ayrıldı ama her vesile ile babamın bir anısını ailece paylaşırız. Gün olmadı ki, eksikliğini hissetmeyelim. Vefat ettiğinde 46 yaşında, üç çocuk babası olmama rağmen, eksikliğini hep yaşadım, yokluğuna alışamadım. Vefatından sonra kardeşlerimden iki torunu daha oldu, torununun çocuğu dünyaya geldi. Çocukları çok severdi, onları görmesini o kadar çok isterdim ki, anlatamam. İnanıyorum ki, çocuklar ömrünü uzatırdı.

Bu vesile ile bir çağrı yapmak istiyorum; hepimiz babalarımıza, annelerimize, yani atalarımıza mümkün olduğunca zaman ayırıp, onları yaşarken mutlu etmenin çabası içerisinde olmalıyız. Bunu bir lütuf olarak değil, adam olmanın, evlat olmanın gereği olarak yüreğimizde hissederek yapmalıyız.

Babamsız demiyorum çünkü o her anımızda aramızda ve varlığını hissettiren bir değerimiz. Babam, atam, sırdaşım, dayanağım, gücüm, hamim, alışkanlığım olan babamın madden aramızda olmadığı 14’üncü yıla giriyoruz. Ancak baba mekansızdır, atalarımızın mekanı olmaz. Vefat etseler de varlıklarını her zaman hissettirir, hiçbir zaman unutulmazlar.

Yakışıklı, sıcakkanlı, misafirperverdi, güzel giyinen, bakımlı ve hoşsohbetti. Öğretmenlik yaptığı köylere gittiğimizde ya da o köylerden birisiyle karşılaştığımızda babamdan sitayişle bahsedilmesinin gururunu yaşıyoruz. Babamla ilgili anlatacak o kadar çok anım var ki, her birisi hatırladıkça bana güç ve moral veriyor.

Baba Çınar Gibidir derler ya, aynen öyle. Babam her bildiğimi paylaştığım tek kişiydi, sırdaşımdı. Anlattıklarıma yanıt vermese de benim için dinlemesi yeterdi. Bir karara varmadan önce mutlaka görüşünü alırdım. Dolaylı olarak yönlendirsem de görüş sahibi olarak kendisini bilmesini sağlardım.

Zaman zaman haber yazarken evi arar, “Baba, haberde şöyle bir kelime geçiyor, yerine kullanabileceğim ifade konusunda sıkıntı yaşıyorum. Sen ne önerirsin” diye durumu anlatırdım. Babam, bugün piyasada bulunmayan sözlük ve kaynaklarından bakar, çok mutlu bir ses tonu ile arar ve detaylı olarak anlatırdı.

İtiraf ediyorum, babama telefonu açtığım sırada genellikle haberi tamamlamış ve geçmiş olurdum. O kelimenin yerine kullanılacak olanı değişik kaynaklardan bulurdum. Ama babamın, “Oğlumun bilmediği, benim bildiğim konular var. Benden öğrenmek istiyor” düşüncesini taşımasını ve mutlu olmasını isterdim. Verdiği yanıtı, hem de uzun izahlı yanıtını sonuna kadar dinlerdim. Akşam eve gittiğimde inanın babamın yüzünü daha mutlu görürdüm.

“Şunu alacağım ne dersin, bunu yapacağım sence uygun mu, çocuğun ismini ne koyalım” diye görüşünü alırdım. Hiçbir zaman “di”li geçmiş zamanla (aldım, yaptım) yanına gitmedim. O babam, yok sayamam ki.

Vefatından önce kendimizi muhakeme edecek süreci yaşadık. Babam vefat ettiği ana kadar açık bilinci ile bizlerle sohbet etti. Hatta İstanbul’da okuyan ortanca kızım Çiğdem’in finalleri olduğundan, ölümünü söylemememiz tembihinde bulundu. “Sen başta olmak üzere, hepinizden Allah razı olsun diye” bana ve kardeşlerime defalarca teşekkür etti. Öyle konuşmamasını söylememize rağmen defalarca bunu yeniledi.

Bir evladın babadan ve anneden ne alacağı olur ki? Almışız zaten alacağımızı, evladı olmuşuz. Bir evladın babaya ve anneye hakkını helal etmesi olur mu? Olmaz, olamaz. Evlat ne yapmışsa zaten az yapmıştır. Helal edilecek hak olup olmadığı mı konuşulur? Ancak ve ancak, günümüz veya bilgimiz yetmediği için sunamadıklarımız vardır.

Hasta olan babam için bildiğimiz ya da söylendiği kadarı ile yapılması gerekeni eksiksiz yapmak için çaba göstermemize rağmen, kaçınılmaz son görünmeye başlamıştı. O zaman şunu dilemiştim. “Allah’ım, babamın şifası için görmem ve duymam gereken bir yol varsa ayan eyle, ben anlayamıyorsam dostlarıma ayan eyle.” O gün ayan olmadı, çok şükür bugün de babamın o dönem tedavisi konusunda keşkem yok.

Keşkem yok ama pişmanlığım var. Kurban Bayramı 2007 yılı ocak ayının ilk haftasına denk gelmişti. “Canım çekti, bir sıkım çiğköfte yoğursana” dedi. Çok halsizdim. “Baba çok yorgunum, kolumu kaldıramıyorum” dedim. Sesini çıkarmadı. Vefatından aylar sonra halsizliğimin nedeni anlaşıldığında (kalın bağırsak kanseri) haksız olmadığımı anladım ama pişmanlığımı üzerimden bugün dahi atamadım.

“Bana iç yağı ile ciğer kavurun verin” dedi. Kendisine zararı dokunur diye yağsız hazırladık, yemedi. Gece de “kelle paça hazırladınız, ben de isterim” diye güçlükle mutfağa gidip dolaba bakmış, o gün hazırlanmamıştı. Pişman olmam bir şeyi değiştirmiyor ama şimdiki düşüncem diyor ki; her koşulda çiğköfteyi yoğurup ya da içeride kendisi görmeden yoğurtup, hazır olduğunda sen yoğurmuşum gibi neden götürüp yedirmedin? Zaten hastalığın son evresine gelinmişti, ciğeri neden istediği gibi hazırlayıp canı çekmişken yemesini sağlamadın? Kendimi bunun için affetmiyorum.

Bu vesile 1993’ün 24 Ocak’ında bombalı saldırı sonucu aramızdan ayrılan gazeteci Uğur Mumcu ve 2001 yılı 24 Ocak’ında resmi aracında silahlı saldırı sonucu şehit edilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve koruma polisleri ile babamla aynı yıl, aynı gün vefat eden gazeteci, siyasetçi ve devlet adamı İsmail Cem’e de Allah’tan rahmet dilerim. Mekanları Cennet Olsun.